Kekemelik Terapisi başarısız sonuçlanırsa kim suçlu?

Kekemeliğin suçluluk duygusundan arındırılması için bir mütalaa

Robert Richter*

(Kein Berg ohne Täler, s. 74-87)

‘Yavaş konuş, daha ez kekelersin, biraz çabalayacaksın’ derlerdi bana.

Ve ben de gerçekten çabalardım. Bazen oluyor ama bazen de olmuyordu. Tabii ki suç bende!

Giriş

Bir insan kekemelik terapisi yapmaya karar vermişse bu yolu seçerek konuşmasında ve belki de bunun ötesinde yaşamında da bazı şeyler değiştirmeye karar vermiş bulunmaktadır. Yaşamı boyunca birden fazla kekemelik terapisi yapmış bir insan böylesi değişikliklerin mümkün olduğu ancak elde edilen yeni davranışların günlük yaşamda tekrar kaybolabileceği deneyimini de yaşamış durumdadır. Terapide ortaya çıkan başarılar ilgili tüm insanlar için harika bir şeydir ve özellikle kekemelik terapilerinde sıkça rastlanılan bir olgudur. Ancak başarısızlıklar da özellikle terapinin üzerinden bir süre zaman geçmiş ise sıkça izlenmektedir. Genel olarak da terapistler, ‘suçlu kimdir?’ sorusunu cevaplamaktan kaçınmaktadırlar. Ve danışanın kendini suçlu hissetmesi ender görülmemektedir. Bu suçluluk duygusundan kaynaklı üzüntü ve sosyal ortamlardan kaçma gibi davranışlar artar ve boşa çıkan bir terapi sonrası hayat muhtemelen önceki durumdan daha da kötü algılanır. Yeniden başka bir yola başvurarak terapi girişiminde bulunmak en kötü durumlarda anlamsız görülür.

Ama suçluluk ve bunun en yakın akrabası olan utanç duygusu neyin nesidir? Terapide belirlenen hedefler, terapi ilkeleri ve suç sorusu ne şekilde birbirleriyle ilişkilidir? Artı: Boşa çıkan bir terapiden sonra başı kuma sokmaktan daha anlamlı ne olabilir?

Kekemelikte suçluluk ve utanç

Suçluluk ve utanç duyguları, nefsini negatif değerlendirme bağlamında ortaya çıkan duygulardır. (Hirsch, 2007)

Suçluluk duygusunu ele aldığımızda bunun iki yönü vardır. Birincisi gerçek ve somut bir eyleme, bir davranışa bağlı olan suçluluk duygusudur. ‘Ben kendim suçluyum’ deyince genel anlamda bir şeyi yanlış yapmış olmayı kasteder. Bundan kaynaklanan suçluluk duyguları gerçek bir olaya bağlıdır çünkü yapılmış veya yapılmamış somut bir eylemle ilgilidir.

Diğer yandansa suçluluk duygusu, olası bir eyleme veya bunun yapılmamasına bağlandığı zaman gerçek dışı da olabilir. ‘Belki daha fazla çaba sarf etmem gerekirdi o zaman filan kişi benden hayal kırıklığına uğramazdı.’ Gerçek dışı suçluluk duyguları bir sorunun nasıl çözüleceğini bilmeden bunu çözme çabasından kaynaklanır.

Utanç duygusu ise diğer insanların algısına bağlıdır. Belli bir biçimde olmak, yani ‘ben böyleyim’ veya ‘ben böyle idim’ hususuna bağlıdır (Hirsch 2007). Bir insanın neye utandığı yaşamda edindiği deneyimlere ve kültürel olarak nasıl şartlandırılmış olmasına bağlıdır. ‘Sen bana neden utandığını söyle, ben de sana hangi kültürde yaşadığını söyleyeyim’ (Marks, 2007).

Suçluluk ve utanç duyguları dışarıdan alınan ve içselleştirilmiş olan değer yargıları bağlamında oluşur ki buna ben ötesi veya vicdan da denir. Çocuk eğitimi bağlamında anne-baba, öğretmen ve çocuğun ilişkide bulunduğu diğer önemli şahıslar tarafından öğretilen değer yargıları gelişme süresince içselleştirilir ve bugün yaşanan olayların değerlendirilmesi için gerekli olan projeksiyon alanını oluşturur. Kekemeliği bağlamında utanç duygusu gelişmiş bir insan kekemeliğinden dolayı utandırılmıştır demek.

Suçluluk ve utanç duyguları sosyal ilişkilerde düzenleyici bir işleve sahiptir. ’Yapma bunu, ayıptır!’ gibi bir ifade, utanç duygusunun gücünün hedefli bir biçimde veya dü-şüncesizlik sonucu bir rastlantı gibi davranışlarımızı etkilediğinin kısa formülüdür.

Hirsch (2014) suçluluk duygusunun değişik biçimlerinden bahseder. Kekemelik bağlamında bence temel suçluluk duygusuna bir paralellik önemlidir. Temel suçluluk duygusu ‘böyleyim’ (bir şekilde olmak) bağlamındaki suçluluk duygusunu ifade eder. Birçok vakada izlediğimiz gibi anne-baba kekemeliğin yeni gelişmesine bağlı olarak bilmeyerek veya açıkça utanç veya reddedici bir tutum sergilerlerse ilgili çocuğun kendini her türlü başarısızlıktan sorumlu tutmaya hazır olmasını teşvik eder. Kekemelik birçok ailede tabulaştırılır. Kekeleyen çocukların anne-babaları terapilerde sıkça, çocukları sosyal bir ortamda üçüncü şahısların huzurunda kekeledikleri zaman utandıklarını anlatırlar. Çocuğa gizli olarak ‘sen olduğun gibi olmamalısın’ mesajı iletilir. Çocukta zaman içerisinde kekemelikle anne-babasının utanç duyguları bütünleşir. Bu da içsel bir strese yol açar, ancak çocuk tabulaştırma nedeniyle bu konuda yalnız bırakılır. Aynı durum, anne-babalar çocuğun kekelemesini alışılagelen nasihatlerle yorumlamaları halinde olur, örneğin ‘yavaş konuş’, ‘konuşmadan önce nefes al’ veya ‘önce düşün sonra konuş’ gibi. Burada örtülü olarak verilen ortak mesaj: ‘Sen bu kekemeliğinle istediğim gibi değilsin’.

İnsanlar ağır bir kekemelik ile çok bunaltıcı yaşam koşulları altında yaşarlarsa, yani eğer aile içerisinde veya okulda, meslek eğitiminde veya iş yerinde kekemelikleri açık bir şekilde negatif karşılanırsa hatta kendileriyle alay edilirse suçluluk duygusunun ikinci bir kategorisine atıfta bulunmakta yarar görüyorum o da travmatik suçluluk duygusudur.

Saldıranlar karşısında sürekli yaşanan çaresizlik dolayısıyla suçsuz olan mağdur tüm suçu üzerine alır çünkü faillere yaşamsal bir gereksinim olarak muhtaçtır. Özellikle çocuklar, kekemeliğin sert bir şekilde reddedilmesi ve anne-babalarının, ilişkide olduğu diğer insanların veya diğer çocukların açık veya örtülü cezalandırmaları karşısında kendini savunamazlar çünkü bu konuda hiç kimseden destek bekleyemez-ler ve söz konusu insanlara yaşamsal bir gereksinim olarak bağımlıdırlar. Genetik konseptimizde başkalarıyla ilişki içinde olmaya büyük bir özlem vardır. Sosyal ilişkilerden mahrum kalmak beynimizde ağrı hissetmek gibi aynı alanları aktive eder (Hüther 2009)

Okul sınıfında ve iş yerinde de sosyal ilişkilere katılmak, dışlanmamak arzusu öfke ve kendini savunma yerine suçluluk ve utanç duygularına neden olabilir. Kekemeliğin reddedilmesi ve tabulaştırılması deneyimini küçük yaşta yaşayan çocuklar muhtemelen alay edilmeye (mobbing’e) daha elverişlidir çünkü kendini savunmayı öğrenmemiş oldukları gibi kendi kekemeliklerinden suçlu olduklarını derinden içselleştirmiş durumdalar.

Kekemelik ve suçluluk bağlantısı utanç duygusu perspektifinden de izlenebilir. Marks (2007) uyum sağlama utancı kavramını kullanır. Her kültür karşılıklı ilişkileri düzenleyen kurallar tanır. Bu kuralların çiğnenmesi halinde mahçupluk duygusu, rezil olma veya gülünç duruma düşme korkusu, hatta fobiler bile tetiklenebilir. İçselleştirilmiş olan akıcı ve herhangi bir çaba sarf etmeden konuşma ve iletişimde bulunma normuna uyum sağlayamamak ve bu gerçeği diğer insanların değerlendirmelerinden algılamak utanç duygusunu tetikler.

Anne-babaların yoğun utanç duyguları sergilemeleri ve yaşam kurallarını çok dar bir çerçevede belirlemeleri halinde kekemeliğe bağlı utanç duyguları çok küçük yaşta sabitlenebilir. Kekeleyen çocuklar, anne ve babalarının yaşadıkları ağır utanç duygularını kendi – belki de – hafif denebilecek kekemeliklerine bağlayarak bunu zaman içerisinde ağır bir kusur olarak algılamaya başlarlar.

Terapide tetikleyici güçler olarak suçluluk ve utanç duyguları

Terapi kararı ve beklenen hedefler

Kekemeliğe bağlı içselleştirilmiş suçluluk ve utanç duyguları ve buna bağlı olan korkular ve düşünceler kekemelik terapisinde temel çalışma alanını açar. Bunların danışanda var oluşu ve derecesine göre terapi yöntemi seçilir ve hedefler belirlenir. Kekemelik dolayısıyla duygusal olarak ağır stres yaşayan insanların, evrensel bir konuşma tekniğinin öğretilmesi sonucunda büyük ölçüde akıcı konuşmayı hedefleyen terapi yöntemlerini seçmeleri sıkça rastlanılan bir olgudur. ‘Kekemelik yok olsun!’ arzusu bunun kısa ve öz formülüdür. Maalesef Almanya’da kekemelikle ilgili %100 çözüm varmış gibi bir izlenim yaratan, hatta bunu vadeden terapi modelleri hala mevcuttur. Öyleyse terapist ile danışan arasındaki terapi hedefi kekelemeden konuşmak olarak belirlenir.

Böylesi bir hedefi sorgulamadan destekleyen terapistler, daha önce ağır suçluluk ve utanç duygularını yaratanların rolünü devralma veya bunların görevini üstlenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Örtülü olan mesaj yine her zamanki gibi aynıdır: ‘Ben sana belli bir teknik ile akıcı konuşmayı gösteririm. O zaman sen de doğru olursun.’ Böylesi terapi modellerinin ilk etapta danışanlara bayağı cazip gelmesi gayet iyi anlaşılır. Kekemelik, bilimin bugünkü araştırma sonuçlarına göre yetişkinlerde de büyük ölçüde değiştirilebilir ancak kesinlikle ‘geçmez’. Ciddi olan terapistler hastalarının dile getirilmeyen arzularını bilirler ve onlarla birlikte gerçekçi terapi hedeflerini belirlerler.

Eğer gizli olan suçluluk duygusu belirgin bir şekilde terapi kararını etkileyecek olursa ve bir terapist bu danışanlara kekeleyen kişilerin terapi öncesi kekeleyerek ve terapi sonrası düzgün konuşmalarını gösteren videolarını belli bir terapi yöntemi konusunda karar vermeleri için gösterirse bu davranış bana göre mesleki etiğe/ahlaka aykırıdır. Maalesef bu tür uygulamalar Almanya’da da hala kimi yerde yaygınmış. Bunu yapan terapistlerin şunun bilincinde olup sorumluluğunu üstlenmelidir: Gösterilen görüntüler nasıl yorumlanırsa yorumlansın, danışanın ve yakınlarının beyinlerine aynı biçimde işler ve ilgili kişiyi, duygusal çaresizliği nedeniyle ilgili terapiye mutlaka katılmaya adeta zorlar. Bu görüntüler birçok vakada ulaşılması mümkün olmayan, hayali bir terapi sonucunu sunar. İlgili birey de bu hedefe ulaşamıyorsa geriye yine suçluluk duygusu kalır: ‘Bana nereye ulaşabileceğimi gösterdikleri halde ben (yine) başarısız kaldım.’ Bu tür durumlarda akıcı konuşan kişilerin videolarını göstermek psikolojik şiddet anlamına gelir.

Terapi sonuçlarında şeffaflık

Terapinin hemen başlangıcında suçluluk ve utanç konularına cevap vermek, aynı zamanda terapi sunanların ilgili konseptleri ile hangi uzun süreli başarıları elde ettiklerini şeffaf bir şekilde ortaya koymaları anlamına da gelir. Baumgartner (2012) ke-kemelik terapilerinin uzun süreli etkilerini araştıran çalışmalarda, terapiyi yarıda bırakanların oranının yansıtılmadığını bence haklı olarak eleştirmektedir. Bazı çalışmalarda, terapiden bir süre sonra yapılan müteakip ölçümlerde asıl katılanların sadece bir kısmının verileri değerlendirilmektedir. Bu durum kolaylıkla araştırmaya dahil olan kişilerin ‘n’ sayısından anlaşılmaktadır. Bu sayı sıkça anılan çalışmalarda birkaç yıl sonra genellikle asıl katılanların ancak dörtte veya beşte birini gösterir (örneğin bakınız: Tilling, 2014). Başka bir deyişle uzun süreli etkiler toplam katılanların ancak ufak bir kısmı için kanıtlanabilir. Terapistler bunu şeffaf bir şekilde açıklamalıdır, aksi halde terapinin başarısız sonuçlanması durumunda ortaya çıkabilecek gerçek dışı bir suçluluk duygusundan kendi davranışları nedeniyle suçlu olurlar.

Çalış çalış çalış!

Bireysel çalışan konuşma terapistlerinin sundukları kekemelik terapilerinin çoğu, konuşmada değişiklik yapmayı tüm faaliyetlerinin merkezine alır. Kekemelerin normal konuşma tarzlarından farklı konuştukları takdirde bundan yararlanabildikleri uzun süreden beri bilinen bir etkidir. Sahnede konuşma veya başka bir şive, bir ağızla konuşma etkisi bilinmektedir. Belirgin bir şekilde yavaş konuşmak, nefes alımına odaklanarak konuşmak veya yumuşak bir şekilde seslere (harflere) girmek de kekemelerin çoğunda konuşmayı anında kısa bir süre için akıcılaştırır.

Danışanda var olan suçluluk ve utanç duyguları ilk önce bütün bunları öğrenmesi için büyük bir heves yaratır. Güvenceli terapi atmosferinde bunun uygulanmasını da çoğu zaman başarırlar. Ancak ilgililer günlük yaşamlarında aynısını başaramazlarsa terapistler de genelde ‘devam et’ veya ‘daha fazla çalış’ diye ısrar ederler. Ve iç sesleri haline gelmiş olan ‘doğru dürüst çabalayıp çalışırsan başarılı olursun’ mesajı ilgili kişiyi yıllarca her gün çalışma yapmaya teşvik eder – ama başarı yok. Maalesef kekeme bireyde bunun sonucunda usanma, hatta ağır depresyonların gelişmesi az rastlanan bir şey değildir.

Konuşma tekniklerinin neden etkin işleyemediği ‘Non response’ adlı ve Mül-ler/Prüss’e ait çalışmada (s. 97) ele alınır.

Kekemelik terapisinde konuşma ve modifikasyon teknikleri etkin bir destek olabilir. Ancak korku, utanç ve suçluluk duyguları azaltılarak (sıfırlanarak), kekemeliğe karşı yeni bir tutum geliştirilmediği müddetçe bunlar genellikle etkin olmaz. (Öz konseptin değiştirilmesinin genellikle uzun vadeli bir süreç olduğu, Kellner’in çalışmasından (s. 34) da anlaşılır.)

Kekemelik terapilerinde her şeye rağmen anlamlı olabilecek daha akıcı konuşma hedefi sadece danışanın çabalarına ve egzersizlerini düzenli olarak uygulamasına bağlı değildir. Bana göre terapistin uyguladığı tedaviyi hastanın bireysel durumuna tam anlamıyla uyarlaması, onun bireysel durumunu tüm incelikleriyle incelemesi ve yaşam gerçeğine uygun bir biçimde, büyük birikimleri ışığında müdahalelerini seçme yeteneği çok daha belirleyicidir. ‘Terapi programını hastanın bireysel yaşam koşullarına ve kişilik yapısına uygun biçimlendirmeyen bir terapist kötü bir kekemelik terapistidir’ (Wendlandt ,1984). Bu anlamda teknik eğer işlemiyorsa hasta bundan sorumlu tutulamaz. Kuşkusuz sadece öğretilen teknikler hastanın günlük yaşamında da etkili oluyorsa terapinin başarılı olduğu değerlendirmesi yapılabilir. (Prüss/Richard, 2014).

Suçtan arındırılmak

Siz terapiyi yaparken terapistin sizin durumunuzla samimi bir şekilde ilgilendiğini hissettiniz mi? Terapi diye adlandırılan bu süreç içerisinde her türlü değişikliğin temelini, terapist ile danışan arasındaki karşılıklı saygı ve gerçek ilgi gerektiren, değer veren ilişki oluşturur. Terapiye geriye baktığınızda ayrıca şunu sorabilirsiniz: Terapist beni gerçekten olduğum gibi kabul edip destekledi mi? Kekemelik tüm kapsamıyla kabul görüyor muydu, serbest miydi? Yoksa terapist size, konuşmanızı tamamen akıcılaştırma azmini hissettirdi mi?

Terapide kekemeliğin daha derin duygusal boyutları da ele alındı mı? Terapist duygulara yaklaşımında gerekli öz deneyimlere sahip miydi? Terapide yaşam tarzınız, umutlarınız ve sizi içten yönlendiren ifadeler de gözetilerek terapiye dahil edildi mi? Ve sonunda: Terapist sizde değişikliğe giden yol için coşku yaratabildi mi? Ve değişiklik sadece konuşmanın değiştirilmesi anlamına gelmez bilakis iletişimin, düşüncenin de değişikliğe uğraması hatta yetenekleriniz ve gelecekteki olanaklarınız ve kişilik paylarınızın çeşitlilikleri de söz konusudur.

Koreograf Royston Maldoom, Berlin’deki bir orta okulda ‘Le sacre du printemps’ bağlamında çalışma yaparken öğrencilerine ‘Burada sadece dansla uğraştığımızı sanmayın!’ uyarısında bulunuyor (Grube, Sanchez, 2004). Kekemelik terapisi için güzel bir benzetme bence.

Konuşmayı akıcılaştırmanın hedef olarak ön planda olması yaratıcı değildir. Suçtan arındırılmanın anlamı, kekelemenin serbest olması ve insanın kekemeliği ile birlikte olduğu gibi kabul edilmesidir.

Kekeleyen insanların bireysel suç konuları çok çeşitlidir. ‘Ben, anne-babamın doğumum nedeniyle ayrılamamasından kendimi suçlu hissediyorum.’ Ya da: ‘Anne-babamın ayrılmasından ben suçluyum.’ ‘Ben kekelediğimden dolayı annem çok büyük acılar çekti.’ Bunlar tipik ifadelerdir. Suçlu olmadığını algılamaya, kavramaya giden yol çoğu kez ağırdır. ‘Ya ben suçlu değilsem, kim suçludur?’

Bir kekemelik terapisinde suçluluk ve utanç duyguları hemen başlangıçta konu haline getirilmelidir. Terapideki ilişki atmosferi, kekelemeyi meşrulaştıran, suçtan arındırılmış yeni bir deneyim sunmalıdır.

Gördüğünüz terapide cezalandırma yöntem olarak var mıydı? Terapistin direktiflerine göre ‘çalışma/egzersiz’ yapılmadığı zaman maddi olarak veya terapiste karşı olan ilişkide herhangi bir mağduriyet/yaptırım söz konusu muydu? Kekemeliğe yaklaşımda/tutumda değişikliği başarılı bir biçimde sağlamanın temelini değişim sürecine karşı olan merak oluşturur. Cezalandırmayı yöntem olarak uygulamak, kişiyi terbiye etmek anlamına gelir ki bu da kendisinin işlevsel olmasına ve sadece uyum sağlamasına yol açar. Ancak işlevsel olmak ve uyum sağlamak kekemelik probleminin temel bileşenleridir. Böyle hareket eden terapistler kendilerini sorgulamadan danışanın kendini suçlu hissetmek ve uyum sağlamak eğiliminden yararlanır ve böylelikle kendileri suçlu duruma düşer.

Stres yaşama meselesi

Kekemelik dolayısıyla tetiklenen stres çoğu kekemenin yaşamında önemli bir rol oy-namaktadır. Kekelemek gerek konuşan kişide, gerekse dinleyen kişilerde çoğu zaman strese yol açar. Suçluluk, utanç ve de kekemelik sonucu yaşanan kontrol kaybı bağlamındaki çaresizlik gibi duyguların bunda katkısı vardır. Van Riper, kekemelik sonucu yaşanan kontrol kaybı anındaki şiddetli strese ‘la petite mort’ (tercümesi: küçük ölüm, Van Riper 1982) demişti. Kekeleme dolayısıyla yaşanan bireysel stresin azaltılması kekemelik terapisinde merkezi bir konu oluşturur.

Benim izlenimime göre ağır bir kekemelik, post travmatik stres bozukluğunun tüm kriterlerini kapsayan bir durumun yaşanmasına yol açar. Ancak kekeleyen insanlar, geride kalan travmatik deneyimlere karşın her gün yeniden acılı deneyimler edinmektedir ki bunlar şu anki kekeleme, geçmişteki kekeleme bağlamındaki tecrübeler ve gelecekteki kekelemeye olan perspektifin bir kombinasyonunu oluşturur (Starkweather, Givens, 2003).

Eğer yaşanan bir olay aşılamaz veya çözülemez olarak algılanırsa bu olay stres yaratır. Kekemelik her gün iletişim bağlamında aşılamayan, çözülemeyen birçok duruma sebep olur ve bu durumlarda çok çeşitli streslerin toplu olarak yaşanmasına neden olabilir, bunlar ise yine özgün stres reaksiyonları tetikleyebilir. Stres reaksiyonlarının biçimi ve boyutu bireysel stres değerlendirme sistemine bağlı olduğu için çok değişik olabilir. (Richter, 2014)

Bir iletişim durumu aşılamaz (hakim olunamaz) olarak değerlendirilirse bedene ait stres sistemi aktive edilir. Belli bir stres düzeyi aşılırsa beyindeki yüksek bilişsel bağlantıları olan merkezler gittikçe bloke edilir ve organizma stres durumunu basit ve bir anlamda alışagelmiş yöntemlerle yani mücadele vererek veya kaçarak (omurilik soğanı düzeyinde) aşmaya kalkışır. Sonuçta değişik kişilerde çok çeşitli kekemelik reaksiyonları ortaya çıkar. Bunlar çoğu kez kekelemekten kurtulmak için yol yöntem arama bağlamında istenmeyerek yaşanan, uzun yıllık öğrenme süreçlerinin sonuçlarıdır.

Kekemeliğin çekirdek semptomları ile kekemelik reaksiyonlarının birbirleriyle tamamen kaynaşması fizyolojik olarak açıklanabilir: mücadele (çaba) ile kaçış (hızlandırma) başarı gösterirse bedende belli ulaklar (örneğin endorfin) açığa çıkarak ilgili sinaptik bağlantıların sabitlenmesini sağlar. Bu tür reaksiyonlar defalarca tekrarlanırsa anılan bağlantılar da gitgide güçlenir. Böylece bir an önce kekelemekten kurtulma çabasından başka bir şey olmayan çeşit çeşit kekemelik reaksiyonları meydana gelir.

Ancak bazen çaba ve hızlandırma kekemelik blokunun aşılmasına yol açmıyor. O zaman organizmadaki stres zinciri, bedene ait morfinlerin de dökülmesine kadar arttırılır. Bunlar ise hipokamp ile ön lobu geçici olarak felç eder ve bunun sonucunda freeze ya da donma denilen bir durum yaşanır. Bu durumda anlamlı ve hedefli hareket etmek mümkün olamamaktadır. Ancak bu aynı zamanda öğrenilmiş olan konuşma ve modifikasyon tekniklerinin etkin olamadığı anlamına da gelir.

Özellikle kekemelik bağlamında bir nokta daha eklenmelidir: Kontrol edilemeyen stres dolu deneyimlerin mükerreren yaşanması halinde bu durum, ilgili uyarılara karşı olan duyarlılığın da sürekli olarak yükselmesine neden olur (Bauer, 2009). Beyinde kalıcı bir sinaptik süper bağlantı oluşur ve bunun sonucunda oluşan yüksek duyarlılık nedeniyle bundan sonra uyarıların gitgide daha düşük olması durumunda bile alarm tetiklenir. Bu durum bazen bulunulan ortamda hiçbir tehlike görülmemiş ise bile yaşanır (Richter, 2014).

Öğrenilen yöntemlerin günlük yaşamda etkin olmasına yol açan, bir anlamda bedenimize ait stres düzenleme sistemidir. Konuşurken kekemeliğe bağlı olan stres düzeyi çok yüksek olduğu müddetçe ne çalışma / egzersiz yapma sonuç verir, ne de suçu kendinde aramak doğru olur.

Kekemeliğin nüksetmesi ile ilgili olarak şöyle bir gerçek vardır: Kekemelik terapisi süresince kekelemeye bağlı stresin de azaltılması konusunda belirgin bir çaba sarf edilmemişse tamamen otomatikleşmiş bulunan kekemelik reaksiyon kalıplarına geri düşme olasılığı da devam etmektedir. Bu durum özellikle danışanda yüksek stres fenomeni izlenmesi halinde geçerlidir.

Akıcılık gizemi

Terapi esnasında çoğu danışan, kekemeliğin sıklığı ve yoğunluğunun tedavi bağlamında azaldığını fark eder. Gerek bireysel gerekse grup terapilerinde bu etkinin daha herhangi bir konuşma veya modifikasyon tekniği öğretilerek kullanılmadan önce bile terapinin erken bir aşamasında sıkça görüldüğünü izlemekteyim. Zaman zaman ‘lucky fluency’ (mutlu akıcılık) diye adlandırılan bu olgu benim izlenimime göre bir tesadüf değildir, bilakis bunun nedeni belirlenebilen belli bazı parametrelerin değişmesine dayandırılabilir. Terapi süresince eklenen birçok faktörün yanı sıra erken aşamada (terapi öncesi görüşme aşamasında bile) karşılıklı güvenin sağlandığı ve kekemeliğin kabul gördüğü ortam önemli bir rol oynar. Görüşmede sunulan tarz (çoğu kez bilinçsiz de olsa) sonucu ‘kekelemek meşru’ anlayışı doğar ve bu da utanç ve suçluluk duygularının oluşturduğu baskının azalmasına yol açar.

Terapinin ileriki aşamalarında da kekemelik olgusu gittikçe izleme konusu haline geldiğinden nesneleştirilir, maddeleştirilir. Öğretilen teknikler bağlamında artikülasyon hareketlerinin yüksek derecede bilince çıkartılması ve kekemeliğin değiştirilebilir bir olgu olduğu konusunda edinilen deneyimler ve ayrıca iletişim davranışları konusundaki yeni tecrübeler, ‘konuşmamı kendim belirleyebilirim’ anlayışının oluşmasına katkı sunar.

Terapi ortamında edinilen deneyimlerin dışında kekemelik geri dönerse, konuşmadaki güven hissi yeniden kaybolursa, konuşma ve modifikasyon tekniklerinin kullanımı artık başarı göstermezse buna nüks olayı denir. Bana göre birçok durumda nüks kavramının yerinde olup olmadığı sorgulanmalıdır. Daha çok bir durum değişiminden söz etmek gerekmiyor mu?

Bunun çok pratik teorik çerçevesini bana göre ego-state-terapisi konsepti oluşturur. Ego-states (benlik durumu), daha önce edinilen tecrübelere dayanan psiko-fiziksel düzeltme durumlarıdır. Muhtemelen mükerreren yaşanan olaylara uyum sağlanmasına hizmet ederler. Bir bireyin yaşadığı durumlar düşünce, duygu, eylem ve motivasyon bağlamında çok büyük farklılıklar gösterebilir. Durum değişiklikleri yepyeni bir duygu, eylem veya düşünce tarzı beraberinde getirebilir. Farklılık ne kadar ağır, değişim ne kadar ansız ve diğer durumların varlığı ne kadar bilinçsiz ise olası tetikleyici, şu ana kadarki stres dolu deneyim de o kadar ağırdır (Vogt, 2007).

Nüks olayını anlamak, insanın kendi iç dünyasındaki düşünce şablonlarını ve bunların nasıl davranışlara yansıdığını sorgulamayı öğrenmek demektir. Bu bana göre nüks olayı çerçevesinde yaşanan ‘ben kendim suçluyum’ duygusu açısından da önem taşımaktadır. Bu konuda da şöyle bir şey geçerlidir: Sırf öğrenilen tekniklerin düzenli ve fazlasıyla uygulanması kalıcı bir çözümün elde edilmesine yol açmaz!

Direniş neden terapide en olağan şeydir

Şu ana kadar söylenenler, bireyi ‘ben böyleyim’ anlayışı bağlamındaki suçluluk duygusundan uzaklaştırmayı hedeflemişti.

Ancak hiçbir terapi, danışanın katkısı, onun değişikliğe olan merakı ve terapide mutabakat sağlanan görevlerin uygulanmasında yeterli bir devamlılık sergilemesi olmaksızın işlemez. En azından yetişkin olan bir danışan bu konuda önemli ölçüde sorumluluk sahibi olmalıdır.

Terapi hastayı şikayetlerinden kurtaran bir sihirbazlık değildir. Ancak kendisine, ‘ben nasıl böyle oldum’ olgusunu özgeçmişinden dolayı anlamasına fırsat verebilir. (Maaz, 2014). Bu süreç terapi esnasındaki ilişkide ortaya çıkan sürtüşmeler veya danışanın direnmesi olmadan mümkün olmamakta, hatta olamamaktadır. Değişikliğe giden doğru bir yolu izlemek çoğu kez kahramanlık yapmak anlamına gelir (Starke, 2010). Danışanların karşısına çıkan engellerden kaçmaya çalışmaları gayet doğal bir şey. Terapinin gidişatı tıkanırsa bu (terapistin veya danışanın) suçlu olup olmaması sorunundan ziyade bir zamanlama (doğru zamanı yakalamış olma), varılan bilgi düzeyi ve seçilen yol sorunudur.

Terapistin profesyonel narsisizmi, terapide vuku bulunan problemlerin sadece danışana yüklenmesine, terapistin olası yanlış değerlendirmelerin de olabileceği sorununun göz ardı edilmesine yol açabilir (Redemann, 2013). Terapide eğer güç kötüye kullanılırsa, narsisizm ve saldırmalar çoğalırsa bu durum diğer tarafta suçluluk ve özsaygı sorunlarının ortaya çıkmasına yol açar (aynı yer).

Bence terapide HAYIR demek, protesto etmek ve tartışmak mümkün olmalıdır.

Nitekim terapistlerin, danışanın öfkesini genel olarak önceki başarısız terapiye yönlendirmeleri de bana göre pek bir yarar getirmez. Bu konuda daha çok açığa kavuşturulması gereken: Sizin terapinin akışındaki katkınız neydi? Sizin kör noktalarınız hangileriydi. Siz neden özellikle bu terapi yöntemini seçtiniz?

Durum değerlendirmesi – Sonuç

Terapi demek önceki durum ile bundan sonraki durum arasındaki çıkış noktası demektir. Terapide başarısız kalmak da caiz olmalıdır. Aksi bir durum insanlığa yakışmaz. Her bireyin terapide kendini sorgulayarak katıldığı öğrenme süreci sırasında attığı adımlar farklı bir ölçüdedir, herkesin kekemelikle olan tecrübeleri değişiktir, her bireyde değişimin gerçekleşeceği ön koşullar ayrıdır. Terapinin uygulanmasında belirli bir kılavuza göre gidilmişse bile bunun şu veya bu birey için doğru yol olduğu anlamına gelmez.

Olası bir nüks olayı veya başarısız bir terapi süreci sorgulanmalı ve bundan sonraki adım için bir çıkış noktası haline getirilmelidir. Bu da başka bir konseptle çalışan veya farklı bir terapist ilişkisi sunan yeni bir kekemelik terapisi, bir öz yardım grubuna katılmak, başka bireylerle bilgi alışverişinde bulunmak veya psikolojik bir terapi olabilir. Kekemelik değiştirilmeye elverişlidir!

Kekemelik sorununun kısır döngüsü, birçok farklı ve çoğu kez negatif deneyimlerin sonucudur. Nüks olayının beraberinde getirdiği çaresizlik, perişanlık hissi dolayısıyla basit çözümlerin arandığı gayet anlaşılır bir şey ve bu bağlamda çoğu kez: ‘Suç bende’, ‘ben bunu hayatta başaramayacağım’ denir. Küçük yaştan beri alışılagelen ve zaman geçtikçe sanki sürekli onaylanan ‘suç bende’ algısı temel tutum haline gelir ve başka kekeleyen insanlar veya terapistlerle yeni, olumlu ilişkilerin kurulmasını engeller. İçselleştirilmiş yönlendirici söylemler, sloganlar ve daha önce ilişkide bulunulan insanlar tarafından bilinçsiz olarak verilen görevler, basit çözüm vaatlerine kanma olasılığının zeminini oluşturabilir. Bütün bunlar ilgili kişinin kendi suçu değildir, ancak kendine yüklemiş olduğu mağduriyet konumunda kalmakta ısrar ederse belli bir sorumluluk payı ona da düşer.

Başarılı bir terapi hem makul olmayan suçluluk duygusunu ele almalı hem de gerçek sorumluluktan kaçınmamalıdır. İnsan bunların ikisini birbirinden ayırmayı değişikliğe giden yolda öğrenirse bu büyük bir mutluluk teşkil eder.

Robert Richter, Dil ve Konuşma Terapisi Uzmanı ve sertifikalı Kekemelik Terapisti olup Almanya’nın Leipzig kentinde yıllardan beri kekemelik terapisi alanında faaliyet göstermektedir. Andreas Starke ile birlikte VIERMALFÜNF (4×5) isimli yoğunlaştırılmış aralıklı kekemelik tedavisini gençlere ve yetişkinlere uygulamaktadır. Aynı zamanda uzun yıllardan beri Leipzig’de terapist eğitiminde ‘akıcılık bozuklukları’ alanında doçentlik yapmakta ve psiko-travmatoloji alanında danışman eğitimcisidir.